ANSİKLOPEDİ

Cinsel ilişki hakkında ansiklopedik bilgi


E rkek ve kadın, okşamalar sonucu kan hücum edince iyice şişen cinsel organlarındaki yüksek gerilimi yok etmek için bu organlarını birleştirirler. Bu, sadece sevilen bir insanla duygularını birleştirmek isteğidir. Mutluluk, karşı cinsin mutluluğunda bulunur.
 
Cinsel heyecanın belirli bir aşamasında organlar birtakım masaj hareketleriyle daha da uyarılır. Cinsel birleşim beyinden başlayarak gerilimin doruk noktasına ulaşınca, bunu karşı konmaz bir refleks çatışması izler: Bu orgazm anıdır. Bütün vücudunun bir süre sarsılmasıyla birlikte, erkek tohumlarını atar.
 
Kadının vücudunda da buna benzer sarsılmalar olduğu için, her ikisi birden maddi ve manevi zevkin doruğuna çıkarlar, her şeyi bir süre unutup, bambaşka bir dünyaya girerler. Bu orgazm hali erkekte çok çabuk yatışır, fakat kadınca devam eder ve yavaş yavaş hafifler. Bu mutluluk, gevşeme veya bitkinlik içinde, kısa zaman sonra her ikisi de derin bir uykuya dalar.
 
Yukarda belirtilen durum, kadın ile erkeğin birlikte orgazma ulaşmaları durumunda oluşur. Buna ulaşabilmek için ortak çaba gereklidir. Bu da ancak erkeğin ve kadının birlikte çaba göstermesi ile olanaklıdır.
 
Japonya’daki cinsel yaşama ilişkin çok az istatistik bilgi vardır. Bize yarayabilecek birkaç tanesi de o kadar birbirlerinden farklıdır ki, Amerikan araştırmalarına başvurmamız daha doğru olur. Japonların cinsel yaşamlarının Amerikalılarınkine benzediğini kabul etmemiz gerekir.
 
Marie E. Kopp, kadınların % 35'inin her birleşimde orgazmı yaşadıklarını, % 47'sinin çok sık orgazm olduklarını, % 18'inin ise hiç bir zaman orgazma ulaşamadıklarını bildirmektedir.
 
Kinsey raporunda, kadınların % 70-77'sinin sürekli orgazma ulaştıkları belirtilmektedir. Dr. Lewis M. Term, kadınların çeşitli evlilik devrelerinde orgazma varma oranlarını şöyle sıralıyor:
 •İlk Cinsel İlişkide Orgazm %24
 •Birkaç Hafta Sonra %27
 •Bir Ay veya Bir Yıl Sonra %26
 •Bir Yıldan Daha Fazla Zaman Sonra %16
 •Hiç Bir Zaman %7
Dr. Kinsey’in raporunda ise, kadınların orgazmı konusunda şu istatistik yer alıyor:
 
Kadınlar Evliliklerinin

 •1. Yılında %63
 •5. Yılında %63
 •10. Yılında %71
 •15. Yılında %81
 •20. Yılında %85
oranında orgazma ulaşmaktadırlar.
 
Bu, kadınların %23 ile %37'sinin evliliklerinin ilk yıllarında orgazma ulaşamadıklarını gösterir. Tabii, bunun çeşitli nedenleri vardır. Gerek kadın, gerekse erkekte bunun bedensel nedenleri olabilir. Cinsel yaşam konusunda çok az şey bilmeleri de buna neden gösterilebilir.
 
Hemen hemen bütün erkeklerin orgazma ulaşmalarına karşılık, kadınların oldukça fazla bir bölümünün orgazmı yaşamamaları, sadece kadın için değil, kocası için de acınacak bir durumdur.
 
Eşi isterse aynı yaşantıya varamasın, erkek boşalabilir ve orgazma ulaşabilir. Fakat bu erkeği, eşinin de aynı yaşantıyı aynı anda paylaşması kadar tatmin edemez. Erkeğin yalnız başına orgazm olması tek yönlüdür. Bu, mutluluk duygusu tam anlamıyla duyulmadan tatmin olmadır. Kadın ise orgazma varmadığında daha büyük tehlikelerle karşı karşıya kalır.
 
Cinsel organlarına toplanan ve uzun süre burada kalan kan, kadının vücuduna zarar verir. Bu yüzden, üzerine yüklenen ruhsal baskının ise, kadın belki de kolay kolay üstesinden gelemez. Kadın cinsel ilişkiden ürkecek, erkeğin ayrıcalıklı durumunu lanetleyecek ve sevgi yıllarının sonunda düş kırıklığına uğrayacaktır. Erkek de hiç kuşku yok ki, bir süre sonra eşinden soğuyacaktır.
 
Aynı anda orgazma varma, tatmin edici bir cinsel birleşimin baş koşuludur. Bu konuda gösterilecek çaba sadece cinsel alanda mutluluğun paylaşılmasını sağlamaz, aynı zamanda daha fazla ortak zevk alınmasını olanaklı kılar. Bu amaçla çeşitli tekniklerin uygulanması yerinde olur; kişisel bencil isteklerin doyumu esas amaç olmamalıdır.
 
Evliliğin ilk zamanlarında erkeğin bölgesel uyarılmaya gereksinimi yoktur. Çünkü duyguları ve cinsel heyecanı kolay uyarılır. Sadece kısa bir süre cinsel faaliyet onu orgazma götürmeye yeterlidir. Eşi ise belki başlangıçta orgazm olmayabilir. Fakat kadın kendi vücudunun eşine nasıl zevk verdiğini gördükçe öğrenme devrini geçirir ve cinsel zevki, cinsel mutluluğu duyumsamaya başlar.
 
Daha sonraları karı koca, cinsel yaşamlarında daha kuvvetli heyecanların özlemini çekeceklerdir. Erkek, birleşim sırasında cinsel davranışlarını daha güçlü, daha sürekli kılmayı öğrenecek, kadına, onun orgazmına gerekli olan bölgesel uyarılma için daha uzun zaman verebilecektir. Birleşimden önceki okşamaların nüansları ve çeşitleri, ilişkiden sonraki pozisyonların seçilişi de oyunlar kadar gereklidir.
 
Yavaş yavaş gelişen kadının orgazmına kendi orgazmını uydurabilmek için, erkek, birleşim sırasında eşini hafif okşamalarla heyecanlandırma!ı ve kendi orgazmını geciktirecek pozisyonlar seçmelidir.
 
Kadın isteyinceye kadar erkek kendi orgazmını veya boşalmasını geciktirmelidir. Bir süre sonra, orgazm beklenmedik bir anda yaklaşsa bile, kadın reflekslerle buna karşılık verecektir. Kadın kusursuz birleşim yaşantısını kendine hedef almıştır, fakat birçok erkek, aynı anda ve birbiri ardından orgazmlar arasında fazla bir ayrım bulmaz.
 
Bunlar cinsel ilişkide kadın ile aynı anda orgazma ulaşmanın ne kadar çok mutluluk verici bir şey olduğunu daha öğrenmemişlerdir. Erkek bu mutluluğu bir kez tadınca, bir daha kendi orgazmını eşininkine rastlatmak için çaba göstermek gerektiğinden yakınmayacaktır. Orgazm sırasında birleşmede -kaçınılmaz bir kural olarak- karşılıklı derin manevi sevginin bulunması gereklidir. Öte yandan manevi sevgi için, cinsel yaşamda aynı anda orgazma ulaşmaktan daha sağlam bir temel yoktur.


Gençlerin cinsel bilgisizliği utandırıyor....

“Türkiye’de Gençlerde Cinsel Sağlık ve Üreme Sağlığı Araştırması”nın sonuçları, ilan edildi.
 
NTVMSNBC’ye açıklama yapan program koordinatörü Dr. Selen Örs, araştırmanın ulusal temsiliyet açısından Türkiye’de bir ilk olduğuna dikkat çekti. Türkiye’nin dörtbir yanında köy ve kentlerde 3.500 hanede yaşayan 15 -24 yaş grubundaki gençlerin, cinsel sağlık ve üreme sağlığı konularındaki bilgi, tutum ve davranışlarını ölçmek üzere 2006 yılı sonunda yola çıkıldı.
Dünya Sağlık Örgütü, 10-24 yaş grubunu genç insanlar olarak sınıflandırıyor. Türkiye’de bu grubun büyüklüğü 15 milyonun üzerinde ve bu sayı bazı Avrupa ülkelerinin toplam nüfusundan daha fazla. Gençlerin cinsel sağlık ve üreme sağlığı konusunda ciddi bir bilgi eksikliği içinde olduğunu ortaya koyan araştırmada öne çıkan belli başlı sonuçlar şunlar:
 
4 KADINDAN 1’İ ÜREME ORGANLARININ ADLARINI BİLMİYOR
 10 gençten sadece dördü bebeğin geliştiği organı (rahim) doğru olarak biliyor.
 Her dört kadından biri, kadın üreme organlarının isimlerini bilmiyor.
 Gebelik oluşma zamanına dair bilgisi olduğunu belirten her dört gençten sadece biri doğru bilgiye sahip.
 Her dört gençten biri tek bir cinsel ilişki ile gebelik oluşmayacağını düşünüyor.
 
İSTENEN ÇOCUK SAYISI 2.4

On gençten dokuzu, bir ailenin sahip olacağı çocuk sayısına çiftlerin kendilerinin karar vermeleri gerektiğini belirtiyor.
Gençlerin ideal olarak gördükleri ilk anne olma yaşı ortalama olarak 24,2 ilk baba olma yaşı ise 26,2.
Gençlerin sahip olmak istedikleri çocuk sayısı ortalama 2.4.
Her dört gençten üçü cinselliklerini nasıl yaşayacaklarına “kendilerinin karar vermeleri gerektiğini” belirtiyor.
 
EVLİLİK ÖNCESİ CİNSEL İLİŞKİ DENEYİMİNE TANIKLAR

Gençlerin % 43’ü evlilik öncesi cinsel ilişki deneyimi yaşayan bir arkadaşı olduğunu belirtiyor. Bu oran kadınlarda % 35, erkeklerde % 51.
Genç kadınların cinsellik konusunda kişi odaklı bilgi kaynaklarının başında kız arkadaş, anne ve kız kardeş geliyor. Erkeklerin kişi odaklı temel kaynakları ise “erkek arkadaş.” Basın, özellikle görsel basın, gençler arasında % 34 ile önemli bir bilgi kaynağı olarak gösteriliyor.
Gençlerin yarısından fazlası gelecekte gebeliği önleyici bir yöntem kullanmayı planlıyor.
Gençlerin % 90’ı “Kadın, erkeğin kondom kullanmasını isteme hakkına sahiptir” önermesine katılıyor.
Genç kadınların % 83’ü ergenlik sırasında yaşadıkları değişimlerden dolayı endişe duyduklarını açıklıyor.
Gençlerin yaklaşık üçte ikisi şimdiye kadar bir sevgilileri olduğunu ifade ediyor.
Erkeklerin % 9’u askerlikte cinsel sağlık üreme sağlığına yönelik bilgi almış.
Gençlerin yaklaşık % 97’si üreme ve cinsel sağlık hizmeti sunulmasını olumlu karşılıyor.
 
EN AZ BİLDİĞİMİZ ŞEY AIDS

15-24 yaş arası her on gençten yalnızca biri HIV/AIDS konusunda doğru bilgiye sahip.
HIV/AIDS’i duyan gençlerin yaklaşık üçte ikisi, HIV/AIDS ile yaşayan bir kişi ile aynı odada bulunmaktan rahatsız olacaklarını belirtiyor


-Cinsellik hala tabu olarak görülüyor-

BURSA – Türkiye’de, son yıllarda düğünde gelin veya damada kılavuzluk edilmesini sağlayan “sağdıçlık” kurumunun ortadan kalktığını ifade eden ‘Cinsel Terapist’ Psikolog Gülüm Bacanak, sağdıçlığın ortadan kalkmasıyla cinsel sorunların hızla artma eğiliminde olduğunu, hatta bunun çiftleri boşanma noktasına getirmeye, Türk aile düzenini bozmaya ve kişileri depresyona sokmaya başladığını kaydettiGülüm Bacanak, derneğe e-posta ve telefonla yapılan başvuruları değerlendirdiklerinde, her 100 kişiden 70’inde cinsel işlev bozukluğu olduğunu ve bunların çoğunun cinsel terapiste veya bir hekime başvurmadığını tespit ettiklerini savundu. Bu yaklaşımın cinselliğin hala tabu olduğunun bir kanıtı olduğunu ve cinsel tedavi için insanların nereye başvuracakları konusundaki bilgisizliklerinden kaynaklandığını ifade eden Bacanak, şöyle konuştu:

 “Genellikle halkımızın aklına her türlü cinsel sorun için ilk önce hocalar ve medyumlar geliyor, muska yazdırılıyor. Bir cinsel terapiste veya hekime başvurulduğunda ise genellikle sorun ağırlaşmış oluyor, çözümü zorlaşıyor. Ama en kötüsü insanlarımız çözümü olmayan bir derdin içine düştüklerini sanıp, umutsuzluğa kapılıyorlar ve cinsellikten zamanla soğuyorlar. Avrupa Birliği’ne girme sürecinde olan Türkiye için cinselliğin hala bir tabu olmasında herkesin kendi payına bir ders çıkarması ve elinden geleni yapması gerektiğini düşünüyoruz.”
 
“CİNSEL EĞİTİM ANAOKULUNDAN BAŞLAMALI”

Bacanak, cinsel eğitimin, toplumun genel cinsel sağlığının korunması, çocukların ve ergenlerin erişkin yaşama sağlıklı bir geçiş yapabilmelerini kolaylaştırmak açısından her geçen gün daha da önem kazandığını söyledi. Cinsel eğitimin, anaokulundan başlaması ve yasal zorunluluk gerektiğini savunan Bacanak, şunları kaydetti:
“Cinsel sağlık ve cinsel eğitim, hayatımız boyunca öğrendiğimiz ve önemsenmesi gereken önemli bir süreç olmasına karşın, üniversitelerimizin tıp fakültelerince, psikolojik danışma ve rehberlik gibi cinsel sağlık konularıyla ilgili eğitim veren diğer fakültelerince, Sağlık Bakanlığınca, ailelerimizce, öğretmenlerimizce ve diğer eğitimcilerimizce üzerinde yeterince durulan bir konu maalesef olamamıştır.
 
Cinsel eğitimin sorumluları yalnızca doktorlar, psikologlar, öğretmenler değildir. Öğrenme önce aile içinde başlar, daha sonra okullarda öğretmen, akran grupları, doktorlar, bu alanda çalışan diğer sağlık elemanları ve medya aracılığı ile devam eder. Dernek olarak cinsel eğitimin kademeli olarak anaokulundan itibaren biyolojik değişiklikler ortaya çıkmadan verilmeye başlanmasını öneriyoruz.”
 
Bacanak, ayrıca okullarda öğrencilere yönelik sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi, öğretmenler, okul sağlığı hemşireleri ile rehberlik ve danışmanlık hizmeti veren kişilerin sayısının cinsel sağlığı daha çok kapsayacak şekilde artırılması gerektiğini; Danimarka, Hollanda, Portekiz ve İsveç gibi AB ülkelerinde olduğu gibi okul ders programlarında cinsel eğitime yer verilmesinin önemli olduğunu sözlerine ekledi.

Aşk bir hastalık mı?..

Nasıl evlilik yıldönümleri beraber geçmiş ve geçmemiş zamanların yeniden değerlendirilmesine, yılbaşları daha çok iş ve sosyal yaşamımızın gözden geçirilmesine, doğum günleri yaptıklarımızla yapacaklarımız hakkındaki perspektif ayarlamalarına vesile oluyorlarsa “Sevgililer Günü” de, sevdiklerimizi ve sevemediklerimizi düşünmemize yol açıyor.
Psikolojik anlamda bu özelleştirilmiş günler, bizim kendimiz ve yakın çevremizle ilgili farkındalıklarımızın keskinleşmesinde, sosyal farkındalığımızın artmasında, çiçek, çikolata, yemek, tiyatro, mum, hafif müzik, tütsü, kırmızı iç çamaşırı gibi rutinlere ilaveten, varlığı ve yokluğu ruhumuzun balansını en derinden bozan öge olan aşk hayatımızı yeniden irdelememizde çok yararlı bir rol oynuyor.
 
Son yıllarda dinamik görüntüleme tekniklerinin yardımıyla sadece beyin yapılarının değil, işlevlerinin de renkli resimler ve kliplerle belirlenebilmesi, iki kulağımızın arasındaki 1.350 gramlık et parçasının fiziksel olduğu kadar duygusal alanda da ne denli olağanüstü karmaşık bir yapıda olduğunu bir kere daha ortaya koyuyor.
 
“Aşka dair” konularda sürpriz sayılacak gelişmelerden bazıları, kadın beyninin gerçekten daha küçük olmakla beraber en az erkek beyni kadar mükemmel olduğunun bunu da gramajdan kaybettiğini “verimli çalışmayla” dengelediğinin gösterilmesi, anatomik yapı olarak, sinir hücresi yoğunlukları, sinirlerarası kimyasal ileticilerin cins ve miktarlarındaki dağılım farklılıkları ve nihayet bilgiyi alma, işleme, depolama ve geri-çağırma konularındaki işlevsel farklılıklar gösterilebilir.

Kadınlarla erkeklerin beyni hem yapısal hem işlevsel olarak farklılıklar gösteriyorlar çünkü bazı farklar onların biyolojik olarak üstlendikleri görevleri daha iyi yerine getirmelerini sağlıyor.
 
İnsanların aşık olacakları ve/veya eş seçecekleri insan hakkında beyinlerinde taşıdıkları şablonların 2 ile 8 yaşlar arasında oluştuğu düşünülüyor. Bu özellikler sadece yakınlarında olan anne, baba, kardeş, bakıcı, akraba, öğretmen, arkadaşlar tarafından değil, sinema, TV, dergi vb. kaynaklarda rastladıkları ve etkilendikleri sanal kişilerle de belirleniyor.

Beynin derinliklerinde birçok farklı alanda depolanan bu sevgili/eş resmine uygun bir kişiye rastlayınca, şimdi beyinde romantik aşk dediğimiz bir “kimyasal heyelan” ortaya çıkıyor. Basit bir tetiklenme değil bu! İlk etkileri saniyeler, dakikalar içinde (yıldırım aşkı), daha karmaşık etkileri günler, haftalar içinde beliriyor ve beynimizde – zorlama bir ayırım yaparsak bir çok farklı duygusal ve bedensel olayı harekete geçiriyor.

Bunların en önemlileri, otonomik sistemimizi canlandıran dopamin ve noradrenalin salgılarının artması. Testosteron hormonunun artmasıyla artan sex dürtüsünün aksine bunlar, bedensel ve duygusal bir ödüle ulaşma konusunda beynin ve vücudun hedefe kilitlenmesini ve ona ulaşmak için biyolojik anlamda “gaza basmasını” sağlıyor. Kalp atışları hızlanıyor, ateş basmaları, terlemeler oluyor, iştah azalıyor, sevgili dışında herşey ve herkes giderek önem ve açıklık kazanıyor.

Konsantrasyon saplantıya varacak düzeylere çıkıyor, uyku kaçıyor, aşık olunan dünyanın en akıllı, güzel, sevimli, iyi huylu bulunmaz hazinesi haline getirilirken bütün olumsuz özellikler beyin tarafından filtreleniyor, çarpıtılıyor ve bastırılıyor. Bu süreç içinde aşık olunana ulaşamama, sadece ulaşma dürtülerini daha da arttırmaya, yanmaya tutuşmaya sebep oluyor.

Tahmin edileceği gibi, biyolojik bir sistemin yemeden içmeden uyumadan kısıp metabolizmasını ve beyin faaliyetlerini tek bir kişide yoğunlaştırması uzun süreli olamaz. Bu noktada iki olasılık var: Birincisi sevgiliye ulaşmak, birlikte olmak, birlikteliği sürdürmek ve bunun sonucu “motorun turunu düşürmek” ikincisi, ilgiyi hastalıklı bir saplantı haline getirmek, yıkıcı ve zarar verici fikirleri giderek arttırmak ve sonunda sevgiliye ve kişiye zarar verecek akıl hastalığı düzeyine vardırmak.

Cinayetler, intaharlar, yakmalar, yıkmalar bu aşama ortaya çıkan çaresizliklerin olumlu yoldan çözümlenememsi halidir. Eğer sevgiliye ulaşılırsa beyinde farklı hormonlar, oksitosin ve vazopressin gibi kimyasallar, çiftin “aşkın ateşinden” çıkıp, zamanla “oda ısısında” bir sevgiye, güvene ulaşmalarına , karşılıklı saygı ve bağlılığa ulaşmış bir çift olarak çok uzun yıllar beraber olmalarını sağlıyor. Bütün bu anlattıklarım hem insanlardaki laboratuvar testleriyle, hem de hayvanlar aleminde yaşayan bazı tek eşli hayvanlarda yapılan deneysel yöntemlerle ortaya konmuş bulunuyor.
 
Aşk konusundaki anlaşılmazlığın temelinde, sanırım, kavram kargaşası yatıyor. Seks, şehvet, arzulama, üreme dürtüsü, sosyal statü aracı olarak seks alma ve verme, toplumsal baskınlık için elde etme, elde tutma ve elden çıkartma gibi çok farklı duygusal durumlar için “aşk” kelimesi kullanılıyor. Cuma akşamından Pazartesi sabahına “aşklar” yaşanıyor, yenisi bulunana kadar seviyeli beraberliklere giriliyor, ve bunların hiçbirisi “romantik aşkı” tarif etmiyor.
 
Aşkın biyolojik önemi ve temel işlevi, evrim süreci içinde ortaya çıkan ve bizi akıllı maymunların çok ötesinde yaratıklar haline dönüştüren beyin gelişmesi ile ilgili. Bence romantik aşk olmasaydı insan neslinin sürmesi mümkün olmazdı.

Bizi nesli tükenmiş maymunsu/insansı diğer primatlarda ayıran en kritik evrimsel sıçrama, üreme yaşına gelmiş insanlar arasında ortaya çıkan “mucizevi” aşk duygusu ve bağlılığıdır. Atalarımızın dört ayaktan vazgeçip ayağa kalkmasının bedeli olarak doğum kanalının küçülüp uzamasına yol açan sürecin, bir yandan beynin büyüyüp özelleşmesine olanak sağlarken, tam gelişmiş büyüklükte bir beyni olan çocuğun normal yoldan doğumunun olanaksız hale gelmesi, nesil tüketecek bir sorun yarattı:

Yüzbinlerce yıl öncesinin mağra koşullarında aylarca gebe, sonra aylarca-yıllarca aciz bir bebek bakmakla yükümlü olan bir annenin, kendisini ve yavrusunu koruyup besleyecek bir “partner” bulmaya ve elde tutmaya ihtiyacı var! Bu ikilinin, bizim şimdiki babalık kavramı ve bilgilerinin olmadığı bir çağda, seks, şehvet, sosyal üstünlük kanıtlama gibi katma getirileri olmadan birbirine ve yeni doğan bebeğe yıllarca (yaklaşık 3 yıl kadar) “karşılıksız” bakmaları ancak son derece güçlü ve özverili bir duygusal ilişkiyle olur.

Bu ilişkiyi yönlendiren duygular ve bunları yöneten fizyolojik sistemler, tıpkı gebelik, doğum, erkenlik, menapoz gibi doğal yaşamın doğal süreçlerinden biri olan Aşk’tır. Ne hastalıktır, ne anormallik. Her insanda biraz farklı ortaya çıkan ve gelişen bir insanlık halidir. Son 8-10 senede evrimsel gerekliliğinden uzaklaşıp daha çok duygu zenginlikleriyle bezenmiş olsa da, aşk yaşanabilecek en karmaşık ve iz bırakan duygu durumlarundan birisidir. Üstelik bu haliyle aşk, üreme fizyolojisinin ve neslin sürdürülme dürtülerinin çok üstünde farklı bir düzeye çıkmıştır önbeynimizin gelişmesi sayesinde. Üstelik duygu ağırlığı üstün bu tutkular, sevenler arasındaki cinsiyet, yaş, sosyal statü, ırk, din gibi farklılıkların da üstesinden gelebilecek bir güce ulaşmıştır. Montaigne’nin dediği gibi “Her insanda insanlığın her hali vardır”, bu nedenle de insan sayısı kadar çeşitli aşk vardır, her aşk eşsizdir, kendi içinde herbirisi güzel ve saygıdeğerdir. Marifet yargıcı olmadan bu duyguyu dürüstce ve alabildiğine yaşamak, değerini bilmek ve anısına saygı gösterebilmekti

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol